ESÂTÎRU’L-EVVELÎN “ESKİLERİN MASALLARI” 2
ESÂTÎRU’L-EVVELÎN “ESKİLERİN MASALLARI” 2
Sayın Hayrettin Karaman “Bir Varmış Bir Yokmuş” isimli, müsemmasına cevaptır…
Buraya kadar Sayın Hayrettin Karaman’ın Bir Varmış Bir Yokmuş adlı yapıtında şahsıma, tercümeme, Dr. Ramazan El.Butî’ye ve merhum Necip Fazıl Kısakürek’e reva gördüğü hakaretler, isnad ettiği iftiralar ve yağdırdığı yalanları gördük. Bu ar perdesi yırtık yalan ve iftiraların iç yüzlerini açmaya ve çirkin mahiyetlerini göstermeye çalıştık.
Şimdi de Sn. H. Karaman’ın bu yapıtında merhum Ahmet Gürtaş’ı alet ederek şahsımız ve kitabımıza yönelttiği aslında öncekilerin tekrarından ibaret olan -güya yeni- yalan ve yakıştırmalarıyla karşı karşıyayız.
Sayın H. Karaman 21 Ocak 1977 de Konya’da şahsım ve kitabım aleyhinde bir sohbet (!) toplantısı yaptı. Orada konuyla ilgili bütün düzmece senaryolarını sahneledi. Davetlilerin protesto tufanları içerisinde eteğindeki bütün taşları ortaya döktü.
21 Ocak-24 Şubat tarihleri arasında Türkiye’de Yarın gazetesinde Ahmet Gürtaş imzasıyla “Mezhepsizlik Yaygarası” başlıklı bir yazı dizisi yayınlandı.
Bilahare bu yazı dizisi küçük bir kitapçık halinde bastırılıp yayınlandı.
Merhum A. Gürtaş’ın imzasıyla yayınlanan bu yazı dizisini ve kitapçığı gerçekten Gürtaş mı yazdı, H. Karaman mı yazdı; yoksa ikisi baş başa vererek birlikte mi yazdılar bilemem ama; merhum Gürtaş’ın imzasıyla yayınlanan “Mezhepsizlik Yaygarası”nın içerik olarak ana hatları itibariyle H. Karaman’ın Konya sohbetinde ileri sürdüğü fikirlerin tıpatıp aynısı olduğu kesin… Gerek kendisi gerekse kendi diliyle müridi olduğunu itiraf ettiği Gürtaş’ın ortaya attığı iddialar, isnadlar, iftiralar, tahkirler, itiraflar… anlam olarak hep aynı… Sayın H. Karaman 21 Ocak 1977’de Konya Müftülük salonunda yaptığı sohbet toplantısında aynı şeyleri söyleyerek kendini savunmuş, Ben Hanefi’yim, Ben Mâturîdîyim, Ahmet Gürtaş benim müridimdir… demiş. Bu savunmasını yüzlerce kişi dinlemiş ve sohbeti bantlara kaydedilmiştir.
Sayın Karaman’ın “Bir Varmış Bir Yokmuş” Masalı’nda şimdi şahsıma ve kitabıma yönelttiği yalan, yakıştırma, isnad ve iftiraları bu kez de merhum Gürtaş’ın sırtından temcidlediğini müşahade ediyoruz.
Özetle demiş ki:
“Mısırlı Reşid Rıza, “Muhaveratü’l-Muslıh Ve’l-Mukallid” adında bir kitap yazmış. Bu kitabında din devrimciliğini savunmuş, mezhep taklidciliğini eleştirmiş. Reşid Rıza’nın bu kitabını Ahmed Hamdi Akseki Osmanlıcaya çevirmiş. Aradan uzunca bir zaman geçdikten sonra bu Osmanlıca çeviriyi H. Karaman sadeleştirmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı da yayınlamış. Yayınlanan bu çeviriye bazı çevreler ve halk şiddetle karşı çıkmış; kimileri de bu kitabın yazarını değil de sadeleştiren H. Karaman’ı suçlamış ve Mezhepsiz ilan etmişler.”
“Kitabın asıl yazarı Reşid Rıza’ya laf yok, terceme eden A. Hamdi Akseki’ye laf yok, yayınlanmasına onay veren Din İşleri Yüksek Kurulu’na laf yok, yayınlayan Diyanet İşleri’ne laf yok, faydalıdır diyen o günkü Diyanet İşleri Başkanı Sn. Süleyman Ateş’e laf yok; fakat H. Karaman’a gelince sadece o suçlu ve mezhepsiz ilan ediliyor”19
Burada Sn. Karaman merhum Gürtaş’a –tezine taban tabana ters düşen- şu garip soruyu sorduruyor:
“Şimdi bütün suç, unutulmuş gitmiş, mevcudu tükenmiş ve zararı ortadan kalkmış olan bu eseri yeniden ihya edip zararını tazelemekten ibaret olan H. Karaman’a mı aittir? Hayır!… O’nun günah keçisi seçilmesinin tek sebebi İmam Hatip Nesli’nin gözbebeği ve mümtaz bir şahsiyeti olmasıdır. Karaman bu yüzden suçlanmış ve iftira, tezvir ve hakaretlere maruz bırakılmıştır.”20
Evet suç sadece H. Karaman’a ait değil, başta o olmak üzere bu cürümde payı olan herkese aittir. Sadece o suçlu değil; aynı zamanda yazan, tercüme eden, sadeleştiren, basan, yayınlayan… herkes katkısı oranında suçludur.
Hiç mevcudu kalmamış ve zararı tamamen ortadan kalkmışken sadeleştirerek YENİDEN İHYA EDEN H. Karaman daha suçlu, İmam Hatip Nesli’nin GÖZBEBEĞİ(!) daha da suçlu, EN MÜMTAZ ŞAHSİYETİ(!) en suçludur. Çünkü o böylece Rasûlullah (S.A.)’in: “UYUYAN FİTNEYİ UYANDIRANA ALLAH LANET ETSİN”21 bedduasına ma’kes olmuştur. Rasûlullah (S.A.)’den kıyamete kadar gelmiş-gelecek bütün Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’i toptan KAFİR, Sevâd-ı A’zam’ı istisnasız PUTPEREST, Hak Mezhep İmamlarımızı PUT ilan eden bir kitaba.22 Arap, acem hangi Müslüman el sürebilir, medhiyeler düzebilir?!… “Dürzî ve Nusayrî gibi sapık mezhepleri ESANS MAHFAZALARI ve MÜCEVHERAT SANDIKLARI.23 olarak takdim eden bu yapıtı hangi akıl tezkiye edip savunabilir?!… Kim olursa olsun, böylesine büyük bir cürm asla savunulamaz, din adına böylesine emsali görülmedik bir günahı irtikab eden mücrim, asla tezkiye edilemez. Din adına, iman adına, ilmü irfan adına işlenen İslam’ın dün, bugün ve yarınını kapsayan böylesine mahşeri bir soykırımı -Allah’tan başka- hiçbir kudret asla bağışlayamaz. Dolayısıyla bu yapıtı yazan da, tercüme eden de, sadeleştiren de, sapıklıklarına katılan ve katkı yapan da –kendi payına- suçlu ve günahkârdır.
Sayıları milyonları bulan İmam-Hatip ve İslam Enstitüsü mezunlarının biricik GÖZBEBEĞİ(!) Rasûlullah (S.A.)’in yukarıdaki hadisinin tek muhatabı olan zattan ibaretse vay halimize!… Yetmiş senedir bu fakir milletin yaptığı yüzlerce İmam-Hatip ve onlarca Yüksek İslam Enstitüsü ve dişinden tırnağından artırarak harcadığı tirilyonların ürünü yukarıdaki ürkütücü nitelikleri taşıyan tek MÜMTAZ ŞAHSİYET(!) ten ibaretse vay bu milletin hali perişanına!… Desenize:
“SERVİ GİBİ ÜMİTLER
DÖNDÜ BİRER İĞDEYE,
GEÇTİ BOR’UN PAZARI
SÜR EŞEĞİNİ ZİRVEYE!…”
Söz konusu kitabın; misyonerlerin emzirdiği masonların kucaklarında ihtimamla besleyip büyüttüğü üçlünün biri ve biricik kalemşörü olan Reşid Rıza’yı arap- acem bütün gerçek Müslümanlar KAFİR; yapıtını da, İSLAM DÜŞMANI ilan etmişlerdir. Reşid Rıza’nın hocası; bir karış ötesindeki Kabe-i Muazzama’ya gidip de ömründe bir kere bile haccetmezken, Beyrut’taki rahibe okullarından çıkmayan ve Camalüddin-i Efgani’ye: “SEN BENİ AHSEN-İ TAKVİM ÜZERE YARATAN (haşa) VÂHİD’SİN” diyebilen M. Abduh; hocasının hocası: Suudiye’ye gidip: “Halifelik sizin hakkınızdı, neden Osmanlı’ya kaptırdınız?!…” Mısır’a gidip: “Halifeliği neden Yavuz’a teslim ettiniz?!…” gibi fitler vererek imparatorluğu dinamitleyip fitilleyen Cemaleddini Efgani üçlüsü için Beyrut müftüsü Yusuf İbni İsmail En-Nebhanî (R.A.) El-Ukudü’l-Lü’lüiyye’sinde Efgani, Abduh ve Reşid Rıza’yı kastederek şöyle diyor:
“BUNLAR ÜÇLÜ BİR SAC AYAĞIDIR.
ALTINDA FİTNE ATEŞİ YANAR,
ÜSTÜNDE KÜFÜR KAZANI KAYNAR.”
“Birilerinin himmetiyle mason locasına girmişler ve bütün mason teşkilatları aynı mihraklerin himmetiyle İslam Dünyası’nın sadaret makamlarına yerleşmişlerdir.” Bunların prensipleri şudur: “BÜTÜN DİNLERİN HÜKMÜ BİRDİR, HEPSİ AYNI DEĞERDEDİR. HÜKÜM İTİBARİYLE İSLAM DİNİ İLE DİĞER DİNLER BİRBİRİNE EŞİTTİR.” 24 25 26
Bu iki işbirlikçi ve kalemşörleri R.Rıza hakkında Ehli-Sünnet’in verdiği hüküm bu!… Kitabı hakkında yazılan Arapça reddiyeler kütüphaneler dolusu!… Sn. Karaman’ın sadeleştirisi hakkında yazılan Türkçe kitaplar –kendi ikrarı ile- yediyi bulmuş, makalelerde 200’ü aşmıştır. Bu rakamları Sn. Karaman bundan 32 sene önce kendisini savunma sadedinde vermiştir. Şimdi tarafsız bir tesbit yapılsa reddiye sayısı kim bilir nelere baliğ olacak?!…27 Görüldüğü gibi bu cürümden herkes payına düşeni daha dünyada iken almaya başlamış bile !….
FİTNE FESAD!…
MİLYARLARI İFSAD!…
SUÇA GÖRE CEZA!…
NOLA? DERSİN,HEY HÂT!…
SÜLEYMANCI KUR’AN KURSLARI
Sayın H. Karaman şimdiye kadar her fırsatta benim Dr. Butî’nin El-Lâmezhebiyye’sini MADDİ MENFAAT ve SÜFLİ DUYGULAR’ımı tatmin etmek için Süleymancılar’a para karşılığı tercüme ettiğim; Bu davranışımla Süleymancılar’a ÇANAK TUTTUĞUM 28 gibi iftiraları sıralarken Süleymancı ismini hep tasrih eder ve yükü tümüyle onlara yıkardı. Kendisi müridim dediği Gürtaş ve diğer yandaşları da bu ismi açıkça telaffuz etmekten çekinmezlerdi. Fakat şimdi Bir Varmış Bir Yokmuş adlı yapıtında nedense SÜLEYMANCI ismini tasrih etmekten özenle kaçındığını görüyoruz. Burada: “Süleymancı Kur’an Kursları” demiyor da, “Bazı Kur’an Kursları mensupları” diyor. İfadesi aynen şöyle:
“Dine hizmet yolunun sadece kendi Kur’an Kurslarından geçtiğini iddia eden bazı Kur’an-ı Kerim Kursları mensupları arasında, bu okullara (İmam-Hatiplere) ve bu okullardan mezun olan yeni “Hizmet Nesli”ne karşı muhalefet ve husumet havası belirdi. Körü körüne kendi peşine takılan mezunlar eski Hizmet Nesli mi yoksa; eskiye bağlı, eski kafalı hizmet nesli mi denilmek isteniyor dersiniz!… Bu çevreler yıllardır bu okulların (İmam-Hatiplerin) kominist yetiştireceğini; dinin bu okullardan mezun olanlar eliyle yıkılacağını, bu okullara öğrenci gönderip ZINDIK olmalarına sebep olmaktansa çıraklığa, sanata gönderip adam olmalarını sağlamanın daha uygun olacağını çocuk velilerine telkin etmeye çalışmaktadırlar.”29
Bilindiği gibi: “SÜLEYMANCILARA ÇANAK TUTMAK” demek, onları İNEK, çanak tutanı da gübresini kapmak için elinde çanak, ineğin –afedersiniz- kıçını bekleyen AVANAK!… demektir. Bu kişi eğer avanak olmasaydı, kendi muhtaçlarını doyurmaktan aciz Süleymancıların peşine takılacağına Sn. Karaman’ın peşine takılır, ılımlı dünyalara yelken açardı!…
Sayın Karaman R.Rıza’nın dilinden mezheplilerin, ürküp kaçan EŞEK olduğunu,30 merhum Gürtaş’ın sırtından da Süleymancıların İNEK olduğunu ifade buyurmuşlar, ama şahsen ben mezhepliler içerisinde eşeğe benzer birilerini hiç görmediğim gibi; Yüksek İslam Enstitüsü’nde yıllarca mezkur Kur’an Kurslarında okumuş bir çok öğrencim oldu, o gençlerin DANA ya benzer bir taraflarını da görmedim. Öyle ya bunların büyükleri İNEK olunca, küçüklerinin de DANA olmaları lazım gelmez mi?!… Elinde çanak ineğin gübrelemesini bekleyen ben AVANAK’ında, kendileri gibi, kaptığı gübreler sayesinde ILIMLI DÜNYA’lara azman dal-budaklar salan gürbüz GLOBAL; din-iman adına her türlü dinsizliğin uğradığı KÜTLESEL TERMİNAL olmam gerekmez miydi?!…
Bu hakaretlerin sahipleri isnad ve iftiralarını isbat etmekle yükümlüdürler. Ben Süleymancıları; ancak onların, Süleymancılara yakıştırdıkları yukarıdaki isnadları yapmaları; özellikle merhum Gürtaş’ın imzasıyla “İMAM HATİPLER KOMİNİST YETİŞTİRİYOR. DİN ONLARIN ELİYLE YIKILACAK…” sözlerini Türkiye’de Yarın Gazetesi’nde yayınlamaları üzerine tanıdım. Ne ondan önce, ne ondan sonra; ne terceme karşılığı, ne de başka herhangi bir sebeple onlardan hiçbir menfaat sağlamış, hiçbir kuruş almış değilim. Aksini iddia ediyorlarsa isbat etmeleri gerekir.
TERCÜME KUTSAL BİR EMANET, YANLIŞ TERCÜME EMANETE İHANET DEĞİLMİDİR ?!
Sayın H. Karaman’a, müridi merhum Gürtaş’a ve diğer yandaşlarına göre: “Ben Arapça’yı bilmezmişim, tercüme ettiğim eser tercüme hatalarıyla doluymuş,31 içinde birçok tercüme hataları varmış, kitabın ismini bile yanlış tercüme etmişim!…32 Kimi işbirlikçilerine göre de Arapçayı bilmediğim için bu kitabı başkalarına tercüme ettirmiş, Süleymancılara servis etmişim!…”
Şimdi bu iddiaların doğruluk derecesine bakalım:
Süleymancılara servis konusunun iç yüzünü gördük ve az önce gösterdik. Şimdi de tercümemin ismine göz atalım:
1)- Benim tercüme ettiğim kitabın orijinal ismi altı kelime… Sayın Karaman’ın sadeleştirdiği kitabın orijinal ismi üç kelime… Ben tercümemin altı kelimelik ismini yine altı kelime ile tercüme etmişim. Onlar sadeleştirdikleri kitabın üç kelimelik orijinal ismini on iki kelime ile (güya) tercüme etmişler. Nasıl olmuş da üç kelime on iki kelimeye çıkmış belli değil… Benim tercümemin ismi, kitabın orijinal ismini oluşturan kelimelerin motamo Türkçe karşılıklarından oluşmuş ve içerisinde Arapça isminin Türkçe karşılıkları dışında tek kelime yok… Onların sadeleştirisinin on iki kelimelik ismi içerisinde de kitabın orijinal ismini oluşturan üç kelimenin Türkçe karşılıklarından hiçbiri yok. Demek ki sadeleştirdikleri kitabın taktıkları Türkçe isminin R. Rıza’nın kitabı ile hiçbir ilgisi yok.
Bir kitabın ismini, yazarı kor; mutercimi, ya da sadeleştiricisi değil!… Söz konusu kitabı siz yazmadığınıza göre, yazarının koyduğu isimden tamamen bağımsız bambaşka bir ismi nasıl koyabilirsiniz?!… Eğer bunu dili bilmediğiniz için yapmışsanız; Arapçayı bilmeyen ben değil, siz olmuş olursunuz; dili bildiğiniz halde yapmışsanız; bu, bir çeşit intihal, yani kendi fikirlerinizi başkasına ait ya da başkasının eserini çalarak kendinize ait göstermek olur. Bunu da ya yaptığınızdan utandığınız için ya da çalıntı yaptığınız ismin şöhretinden yararlanmak için yapmışsınızdır. Eğer R. Rıza’nın eserinin içeriği de sadeleştirisinin ismi gibi orijinal metninden tamamen bağımsız apayrı bir kitapsa; bizim, sizin sadeleştirinizi yeniden gözden geçirmemiz, R. Rıza adına yaptığımız alıntıları R. Rıza’ya değil, doğrudan doğruya size isnad etmemiz gerekecektir. Haydi bunu ben yaptım, başkaları?!…
Şimdi de tercümemizin yanlış olduğu iddia edilen isminin doğruluk ya da yanlışlık derecesine biraz daha yakından göz atalım.
Onlar diyorlar ki, El-Lâmezhebiyye: “Mezhepsizlilik” değil, “Bir mezhebe bağlı olmamak” demektir. “Ahtaru bid’atin”: “En korkunç fitne” değil, “En tehlikeli bid’at” demektir. “Eş-Şeri’tü’l-İslamiyye”: “İslam Dini” değil, “İslam Şeri’atı” demektir. Dolayısıyla kitabın doğru adı: “İslam Dinini Tehdid Eden En Korkunç Fitne MEZHEPSİZLİK” değil, “Bir Mezhebe bağlı olmamak İslam Dinini Tehdid Eden En Tehlikeli Bid’attır” olmalıydı.
Bir kere “El-Lâdîniyye” nasıl “dinsizlik” demekse; “El-Lâmezhebiyye” de öylece “mezhepsizlik” demektir. Siz bunun manası illa da: “Bir mezhebe bağlı olmamak” demektir derseniz; biz de, “El-Lâmezhebiyye” bir tek kelime, sizin tercemeniz ise kocaman bir cümledir ve bu cümlenin Arapça karşılığı da: “Ademü’l İltizâmi Bi Mezhebin Mu’ayyenin”dir. Bu cümle de aynen bu şekliyle, bu kitabın içerisinde yüzlerce defa geçmektedir. Siz bir kelimeyi bir cümle olarak terceme edersiniz, bir cümleyi kaç paragrafla terceme edeceksiniz?!… Madem “El-Lâmezhebiyye” kelimesi “Ademü’l İltizâmi Bi Mezhebin Mu’ayyenin” cümlesiyle aynı manadadır da, bu kitabın yazarı bu iki ayrı ifadeyi kitabında neden yüzlerce defa bu halleriyle ayrı ayrı kullanmış da, birini diğerinin yerine kullanmamıştır?!… Sonra Mezhepsizliğe: “Bir Mezhebe Bağlı Olmamak” derseniz; ne kadar Şi’i, Zeydi, Dürzi… varsa hepsi ayağa kalkıp, “Bak bak, bunlar ayrıcalık yapıyorlar… Bize hakaret ediyorlar… Ne demek, biz mezhepsiz miyiz, nasıl Ehl-i Sünnet’in mezhebi varsa bizim de mezhebimiz var” demiyecekler midir?!…
“Ahtaru Bid’atir” “En Tehlikeli Bid’at” demektir” diyorsunuz, doğrudur. Doğrudur ama, Türk okuyuculardan kaçı bu terkibi doğru olarak anlayabilir?!… “El-Bid’atü” kelimesinin: “İslam’la hiçbir ilgisi olmayan şeylerin, İslam’a dıştan sokularak, İslam imiş gibi gösterilmesi suretiyle dinin tahrib ve tahrif edilmesi” anlamına geldiğini kaçta kaçımız bilir?!… “Her şeyi ana kaynak Kur’an’dan alıp işi bitirelim” diyerek cahil cühela bütün insanları sadece Kur’an’a çağırdığınız halde, Rasûlüllah (S.A.V.) efendimize salavat getirmeyi şirk sayan ve sala veren müezzini minarede vuranlar mı doğru anlayacaklar bid’at kelimesinin manasını?!… Halbuki avam halkı ısrarla davet ettiğiniz ana kaynak Kur’an’ı Kerim’de Cenabu Hak: “Allah ve melekleri peygambere rahmet okurlar. Ey iman edenler!… O’na tam bir teslim(iyyet ve içtenlik) ile salat-ü selam getiriniz.”33 buyurmaktadır. Bu sarih emre rağmen kendiniz sala vermeyi ve peygambere salevat getirmeyi bid’at saydığınıza ve böylece herkesi da’vet ettiğiniz Kur’an’a bile muhalefet ettiğinize göre, avam-ı nastan bid’at’in manasını doğru anlamalarını nasıl bekleyebilirsiniz de “En Korkunç Fitne” yanlış tercemedir, doğrusu: “En Tehlikeli Bid’at”tır diyebiliyorsunuz?!… Sizin anladığınız manada değil de, gerçek anlamda bid’at’in tehlikesi ile korkunçluğu arasında, daha iyi anlaşılırlıktan başka, aşılmaz dağlar mı vardır?!… Tehlikeli olan her şey korkunç ve korkunç olan her şey tehlikeli değil midir?!… Oysa kendiniz aynen: “-Terceme ve sadeleştirmelerde adettir; bazen ismin tam karşılığı konur, bazen de mevzua münasip bir başka isim konur; biz de ikincisini yaptık…” buyuruyorsunuz. Öyle ise bu çifte standart nedir? Kendiniz için caiz gördüğünüz şeyi başkalarına niçin yasaklıyorsunuz? “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı!…” öyle mi?!…
Oysa bizim sebeb olduğumuzu iddia ettiğiniz bu korkunç mana uçurumundan, okuyucunun kurtarılıp kurtarılamaması, bu ölümcül mana ayırımını yapamamanın korkunç! tehlikesini veya tehlikesinin korkunçluğunu!, okuyucunun anlayıp anlayamaması yada kaçta kaçının bunlardan hangisini daha iyi anlayabileceği dışında, hiçbir tehlikeli fark yada korkunç! uçurum olmadığı meydandadır. Bu gibi hayali iddialarla sizler, yandaşlarınızla bir olup, aranızda yaptığınız titiz bir görev paylaşımıyla, bid’attır diyerek teravih namazını, tesbih du’alarını, cum’anın sünnetlerini, iç ya da dış ezanlarını; namazların vakit, niyet, setr’i avret, istikbal-i kıble, Kur’an’ın münzel metninden kıraet gibi her müslümanın bildiği ve harfiyyen yerine getirmekte olduğu şartlarını; kademeli olarak Kıyas’ı, İcma’ı, Sünnet’i hatta bir takım indi ve felsefi te’villerle Kitab-ı İlahi’yi ve sair bir çok şe’air-i diniyye’yi kötüleyip yasaklamak suretiyle İslam’ın içerisini her gün boşaltıp durmuyor musunuz?!…34 İnsanların gereği gibi anlayamadığı bu tür muğlak kelimelerin gölgesine sığınarak daha sonra daha neleri yasaklayıp yerlerine neleri globalize yada modernize edeceğinizi nereden bilelim?!… Hangi İslami esasları devirip yerlerine hangi devrimbazlıkları devreye sokacağınızı nasıl anlayalım biz saf Müslümanlar?!…. Bu dehşet verici durum, tehlikeli kelimesini korkunç, korkunç kelimesini tehlikeli’den ayırd etmemek kadar mı korkunçtur?!…
“Eş-Şeri’atü’l-İslamiyye”: “İslam Dini” değil, “İslam Şeri’ati” demekmiş. Evet doğrudur. Doğrudur da, biz “İslam Dini” diye terceme ettiğimiz halde, sayenizde(!) ağır cezalarda üç sene süründük; bir de “İslam Şeri’ati” diye terceme etseydik halimiz nice olurdu?!…
Bir kere benim terceme ettiğim kitabın Arapça ismi: MEZHEPSİZLİK’tir. Bu isim kitabın kapağına büyük harflerle yazılmıştır. Cümle yapısı itibariyle bu kelime teknik ta’biriyle: “mahzuf bir müptedanın haberidir.” Mahzuf olan müptedası “hâzâ” dır. Cümle olarak: “Hâzâ” “Bu Mezhepsizlik Kitabıdır.” demektir. Ardından gelen “Kitabü’l-Lâmezhebiyye Ahtaru Bid’atin” terkibi, arkadaşların zannettiği gibi haber değil, “El Lâmezhebiye’nin” sıfatıdır. Dolayısıyla kitabın motamo adı: “İslam Dinini Tehdid eden En Tehlikeli, ya da En Korkunç Fitne, ya da Bid’at(olan) MEZHEPSİZLİK”tir. İşte benim, onların işbirliği ile bulabildikleri ve söz birliği ile dillendirdikleri en affedilmez yanlışım budur. Hepsinin yazılarında ve sohbet yada konferanslarında üzerinde uzun uzadıya ısrarla durdukları en büyük hatamız!…
Farzedelim ki, bu affedilmez bir hatadır. Kendilerinin sadeleştirip ısrarla savundukları M. Reşid Rıza’l-Huseyni’nin kitabının Arapça orijinal ismi: “Muhâveratü’l-Muslıh ve’l-Mukallid”: Islahatçı: (din devrimcisi) ve (mezhep) taklitçi(si)nin Karşılıklı Konuşması”dır. Sadece üç kelimeden ibaret olan bu kitabın ismini bakınız kendileri nasıl terceme etmiş ve ne hale getirmişler: “İSLAM’DA BİRLİK VE FIKIH MEZHEPLERİ Mezahibin telfikı ve İslamın bir noktaya cem’i!…”
Açıkça görüldüğü gibi, kendileri tercüme ettikleri kitabın üç tek kelimelik ismini oniki kelimeye çıkarmışlar, üstelik uydurdukları bu paragraflık ismin içerisinde kitabın hakiki isminden tek kelime olmadığı gibi, ne orijinal ismini ve ne de içeriğini tam olarak yansıtan hiçbir mana mevcut değil. İşte bütün yandaşlarıyla koro halinde bana isnad ettikleri yalancılık, yanlışlık, iftiracılık, delilik, Arapça bilmezlik, sahtecilik ve sapıklık(!….) İşte kendilerinin dilbilirlik, dürüstlük, akıllılık ve doğrulukları!… Ya Rasûlellah! Sen: “Benim ümmetim dalalet (sapıklık)’te birleşmez” buyurmuşsun, sen ki, Muhbir-i Sadık’sın… Senden asla yalan yanlış sadır olamaz. Bu nasıl oluyor peki?!… Haaa!… Rasûl-ü Zîşân her zaman ve her yerde olduğu gibi, elbette ki, burada da mutlak doğruyu söylemekte ve: “Ümmetü’l-Uhrâ: Diğer ümmetler” demiyor: ya-yı nisbî ile: “Ümmetî: Benim ümmetim!…” buyuruyor. Öyle ise?!…
2) Dr. Said Ramazan El-Butî’nin El-Lâmezhebiyye’sini 1975’de tercüme ettim. Bu kitap entertiple dizildi, Konya’da basıldı. O zaman Konya’da matbaacılık emekleme durumunda idi. Bir tek cümleyi on defa tashih ettiğimi, on birincisinde de yanlışın düzelmediği, ya da başka bir yanlış daha yapıldığını gördüğüm oldu. Kitapta ufak defek dizgi hataları olabilir ama tercüme yanlışlığı olduğu doğru değildir. Muarızlarımızın Arapçayı bilmediğime, kitabın adını bile yanlış tercüme ettiğime dair iddialarının kocaman bir yalandan ibaret ve bu ayıbın bana değil, kendilerine ait bir ayıp olduğunu birinci maddede hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde ispatladık. Şimdi bir de Arapçayı bilip bilmediğimi ve kimin bilip bilmediğini, yaşanan olaylarla gözler önüne serelim.
Bu kitap 1976 yılında yayınlandı. Yayınlanır yayınlanmaz Türkiye’de kıyametler koptu. Özel toplantılar düzenlendi. Konferanslar verildi. Çeşitli gazetelerde tefrikalar yayınlandı. Leyhte ve aleyhte bir çok yazılar, makaleler, hatta kitaplar yazıldı. Nedense yazarına toz kondurulmazken şahsıma takılmadık takma isim, yakıştırılmadık çirkin sıfat, yapılmadık hakaret, atılmadık iftira… bırakılmadı. Şehir şehir dolaşılarak Türkiye’deki etkileri araştırıldı. Dini çevreler, özellikle İmam-Hatip Okulları, Yüksek İslam Enstitüleri ve İlahiyat Fakülteleri tarassut altına alındı. Kitabın tesirinin boyutları bir bir tesbit edildi. Bununla da yetinilmedi, ülke dışından ünlü şanlı, yüksek ünvanlı (!) elemanlar bile ithal edilerek şehir şehir dolaştırıldı. Durum tesbiti yapıldı ve yer yer konferanslar verdirildi. Buna, vereceğimiz örnek Neslimizin Arapça bilirlik derecesini de ortaya koyacaktır.
Pakistan’da Ziyaülhak idareyi ele geçirince, Zülfikar Âli Butto zamanında Gadiyaniliğe ve Amerikan Emperyanilizmi’ne yaptığı değerli(!) hizmetlerinin mükafatı olarak Amerika’ya kaçırılıp İslam Felsefesi Ordünaryüs Profesörü ünvanıyla Chicago Üniversitesi’ne alınmış ve İslam Dünyası’ndaki misyonerlik faaliyetlerini teftiş ve tedvirle görevlendirilmiş olan merhum Sayın Global-Gezgin Ordünaryüs Prof. Fazlurrahman, mezkur maksatla Türkiye’de kimi meşhur ilahiyat profları rehberliğinde şehir şehir dolaştırılmış, bu arada Konya’ya da getirilmiş, önce Enstitümüz camiinde öğrenciye konferans verdirilmiş, ardından öğretim görevlisi arkadaşların öğretmen odasında toplanmaları istenmiş, burada Prof. Fazlurrahman bize İngilizce hitab etmeye başlayınca ben kendisinden Arapça konuşmasını rica ettim. Bana Arapça: “üstadım!… bu mezhep imamlarının sözleri birbirini hiç tutmuyor. Hatta aynı imamın aynı konuda bir yerde helal dediğine bir başka yerde haram dediği görülmüştür. Biz bu bitmez tükenmez ihtilaflarla uğraşacağımıza, işte ana kaynak Kur’an-ı Kerim, doğrudan doğruya Oradan alarak susuzluğumuzu gidersek daha iyi olmaz mı?… Hiçbir bozukluk ve eksikliğe yer vermeyen Allah Kelamı’yla meselelerimizi çözmek daha doğru olmaz mı?!…” dedi. Ben öğretmen odamızın kirli sarı duvarını göstererek, üstadım!… şu duvarın rengini söyler misiniz? Dedim. “Gri”, dedi. Duvar sarıya çalan grilikte idi,dolayısıyla gri de sarıda denebilirdi. Ben –ben “sarı” diyorum, hangimiz doğruyu söyledik?… diye sordum. İkimiz de doğruyu söyledik, çünkü duvarda sarılık da var, dedi. Ben, işte bu “Rasûllah (S.A.)’ in ihtilafû ümmetî rahmetün vâsi’atün” hadisesindeki, içinde sınırsız rahmet barındıran İHTİLAF’tır dedim. Tavanı göstererek lütfen bir de şu tavanın rengini söyler misiniz?… diye sordum. “Beyaz” dedi. Tavan gerçekten beyazdı. Ben “siyah” dedim ve ilave ettim, hangimiz yanlış söyledik?… sen… dedi. “İşte bu da HİLAF… Siz hilaf’la ihtilafın kelime ve anlam yakınlığından faydalanarak insanları yanıltıyorsunuz.” İhtilaf, hilaf anlamında kullanıldığı gibi yukardaki hadisi şerifte ifade buyrulduğu üzere, gerçek payı olan görüş farklılıkları anlamına gelir. Hilaf ise ikisinin bir araya gelmesi imkansız zıtlıklar demektir!…
Bu cevabı alan Sn. Prof. yerinden fırladı, elime kapandı. Bıraksam ayaklarıma da kapanacak nerdeyse!… Apar topar tuttum yerine oturttum. Münakaşaya devam ettik. Nedense konuşmamıza hiç kimse katılmıyor, herkes sadece ikimizi dinliyordu. Sayın Prof’da her habtoluşunda aynı garip davranışını yapmaya kalkışıyordu.
Sonuçta bana: “Üstadım, sen Mutlak Müctehidsin. Peşime düş, seni Türkiye’nin bir numaralı güncel din âlimi, hatta dünyanın en meşhur İslami Lideri yapayım” diyerek kucakladı.
Ben de: “Üstad!… Ben haddimi bilirim… Değil Mutlak Müctehid, müctehidliğin en alt tabakasındaki fakihlerimizin dahi ayaklarının tozu bile olamam. Böyle bir iddiada bulunan kesinlikle yalan söyler. Çünkü nass ile sabit hükümlerin tersine çalıştırıldığı; içki, kumar, zina… gibi hakkında ayetle sabit kesin hüküm bulunan şeylerin helal ve mubah işlemi gördüğü; hakkında ictihadın bile söz konusu olmadığı bazı kesin helallerin haram, haramların helal olarak uygulandığı bir ortamda; kim, niçin, kimin adına ve nasıl ictihad yapacak?!… yaptığı içtihatlar neye yarayacak nerede ve nasıl uygulanacak ?! “İctihad kapısı açıktır, biz ictihad yapabiliriz” diyenler; buyursunlar önce İslam’ın sarih naslarına taban tabana zıt uygulamalar hakkında, İslami nassların ruhuna uygun bir açılım yapsınlar ve Allah’ın ayetle sabit emrine karşı gelindiğini açıkça ilan etsinler de ellerini öpelim. Zaten cesaret edip de Kitap ve Sünnet’ten Allah ve Rasûlü’nün gerçek muradına isabet kaydeden ictihad yapabilmeleri durumunda, yaptıkları ictihadların daha önceki müctehidlerimizin ictihadlarının aynısı olduğunu hayretle göreceklerinden eminim. Bu ise ecdadın “Hasılı tahsil” dedikleri, ortada mevcud olan bir şeyi gereksiz yere yeniden icada kalkışmaktan başka hiçbir anlam taşımayacaktır. Sonuç kesinlikle bundan ibaret olduğuna göre, ne diye boşu boşuna çıkmaz sokaklarda kaybolalım?!…” dedim.
Altmış küsur kişilik bir dilsizler topluluğu bu ilginç düet sahnesini, dört küsur saat, çıt çıkarmadan, can kulağıyla dinlediler. Dinlediler ama; içlerinden kaçı konuşulanların kaçta kaçını anlayabildi, bilmiyoruz. Çünkü bizde adet böyledir. Arapça; büyük çoğunlukla, cümlenin kelime kelime Türkçeye çevrilmesi ve bu kelimelerin Türkçe cümle şeklinde yeniden düzenlenmesinden sonra anlaşılabilir. Bu da büyük zaman kaybına yol açar. Biz bu şekilde bir cümleyi anlayana kadar, seri halde Arapça konuşmaya devam eden hatip en azından sekiz on cümle daha konuşmuş olur. Böylece ipin ucunu tamamen kaçırmış oluruz. Hatibe katılabilmek için aynı devşirme usulüyle kelime kelime katılım cümlesi hazırlayacağız da, bir münasebet düşürebilirsek, konuşmaya katılabileceğiz!… bu durumda bizden bir hayli uzaklaşmış olan hitabet kervanına neresinden, nasıl katılacak ve nasıl uyum kurabileceğiz?!…
Evet, öğretim görevlisi arkadaşlarımızın hiçbiri Prof. Fazlurrahman’ın, konuşmasına hiçbir katkı yapamadıkları genellemesini yaptık ama Öğretmenlik Bilgisi, Pedagoji, Psikoloji ve Ölçme Değerlendirme gibi İslami Branş dışı derslerin öğretim görevlilerinin mevki-makam için, kimilerine yaranma çirkinliğine tenezzül etmeyebilenlerinin, hiç kuşkusuz bu genellemenin dışında kaldıkları aşikârdır.
Bir de, bütün imkânları zorlayarak branşlarının dili olan Arapçayı bütün güçleriyle öğrenme çabası içerisinde olup da –ite dalanmaktansa çalıyı dolanmayı tercih eden, mevki-makam, şöhretü şan hastalığına kapılmayabilen genç arkadaşlarımızın- Arapça konuşmayı bilseler bile- bu münakaşaya katılmamayı yeğlemelerini de anlayabiliyoruz. Bizim anlayamadığımız; bu kardeşlerimizin bu kadar hakikatsiz olabileceklerini düşünmek istememekle beraber, nasıl olup da bu esrarengiz kliğe körü körüne katılabildikleridir?!… Bu tahrip planına hangi akılla onay verebildikleridir?!… Sonucunun nereye varacağını bildikleri halde, yavaş yavaş sürekli ısıtılmakta olan bu ILIMLI BATAKLIĞA nasıl dalabildikleri ve nihayet nasıl dayanabildikleridir. İmanlı bir insanın dinini dünyaya değişebilme acısına dayanabilmesi, karşı durulması imkansız bir korkudan kaynaklansa gerek…
Şimdi ağır misafirimiz Prof. Fazlurrahman’ın uğurlama faslına dönelim. Sayın Profesör’ün şahsıma cömertçe sunduğu yukarıdaki şöhret (!) sinyallerinin pis kokularını alarak, leş kargaları misali, misafir Prof. ve rehberinin etrafına üşüşen, şöhretü şan, dünyalık unvan, göstermelik mevki ve uyduruk makam sevdalısı arkadaşlarımızın alayiş ve tantanaları arasında adeta omuzlar üzerinde, son model pahalı arabalarına bindirildi. Avenesiyle, ezan duymuş şeytan süratiyle, yağdanlıklarını eksoz dumanına boğarak Enstitümüzden uzaklaşıp gittiler.
İşte size Arapça bilmezlik ve bilirlik serüvenlerimizden bir sahne daha!…
3)- Artık bu konuya üçüncü bir susturucu örnekle son verelim. 05.03.1977’de Konya’da bir İmam Hatip mezunları toplantısı yapıldı. Bu toplantı, güya biri birinden ayrı düşmüş eski arkadaşların yeniden buluşup hasret gidermeleri için düzenlenmişti. Bu arada ben de bu toplantıya şahsen davet edilmiştim. Toplantı salonuna girdiğimde İmam Hatip, Yüksek İslam Enstitüsü ve İlahiyat mezun ve mensuplarının ileri gelenlerinin salonu tıklım tıklım doldurmuş olduklarını gördüm.
Söz konusu toplantının gerekçesi olarak ilan edilen “buluşma ve hasret giderme” konusu bir tarafa bırakıldı, yerine “şu Mezhepsizlik meselesini bir görüşelim” denildi. Böylece bu kamuflajlı toplantının gerçek amacı açığa çıkmış oldu.
Konunun birincil tarafı olarak kibarca sahneye buyur edildim. Katılımcılar da sözcüleri olarak karşıma rahmetli Ahmet Gürtaş’ı çıkardılar.
Ben “-Konu Mezhep konusu… İslami bir konu… İslam’ın ana dili Kur’an Dili ARAPÇA’dır. Konuklarımız da büyük çoğunlukla konunun uzmanları olduğuna göre; münakaşamızı kendi dili ile yani ARAPÇA olarak yapmamız gerekir. Buyurun, konuyla ilgili düşüncelerinizi ARAPÇA olarak anlatın ve sorularınızı aynı dille sorun; ben de aynı dille cevaplayayım” dedim.
Bu öneri ile karşılaşan Gürtaş Bey, düşüncelerini ARAPÇA anlatacak yerde, Türkçe konuşmaya devam ederek işi baştan kaybettiğini ortaya koymuş oldu.
Ben davetlilere “-İsterseniz başka bir sözcü seçebilirsiniz” dedim. Bu tehaddime de olumlu bir cevap veremediler. İçlerinden hiç kimseyi seçip sahneye gönderemediler. Bunun üzerine rahmetli Gürtaş’la münakaşamızı Türkçe olarak sürdürmek zorunda kaldık.
Yalnız burada gözden kaçırılmaması gereken ince bir nokta vardır; o da: “Bir dili bilmenin ayrı, pratik konuşmanın ayrı şeyler olduğu hususudur. Benim merhum Gürtaş’ın bilmediği Arapça ile kastım pratik Arapçadır, yoksa kitâbî Arapça değil… Zira Gürtaş rahmetli Enstitümüzden Kamu Personeli Dil Sınavına giren arkadaşlarımız içerisinde doksanın üzerinde puan alan üç beş kişiden biridir. Dolayısıyla O’nun kitâbî Arapça’yı çok iyi bildiğini kaydetmemiz gerekir. Demek ki, buna rağmen kitâbî bilgi seri olarak pratik Arapça konuşmaya yetmekmektir. Nitekim rahmetli Gürtaş bir süre Enstitümüzde idarecilik yapmıştı. İdareciliği süresinde Enstitümüze gelen Arap misafir ve kafilelere kendisi rehberlik edeceği yere bana koşardı.”
İşte benim Arapçayı bilmeyişim, yanlış tercüme yapışım, başkalarına çanak tutuşum ve başkalarına tercüme yaptırıp birilerine satışımın üçlü açılımı!… İşte sayın ağabeyimizin onlarca yıl sonra yazdığı Bir Varmış Bir Yokmuş Masalı’na yeniden aktardığı yalanların iç yüzleri… İşte peşine takıldığı Abduh, Efgani, ve R. Rıza’nın yolunda hiç sapmadan yürümeye devam edişi ve peşine körü körüne takılan yandaş ve müritlerini bu sakîm yolda sürüklemeye devam edişinin resmi!…
Dipnotlar:
- Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş 3/81-8516
- Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş 3/81-82.Ahmet Gürtaş, Türkiye de Yarın Gazetesi, 29.Ocak.1977
- Hadisi Şerif –Berika, İ.Rafii
- Karaman’ın sadeleştirisi:83-156. Kayapınar, Mezhepsizlik:8, 9, 80, 81, 88, 93, 94. H. Karaman; İslam Hukukunda İctihad: 214
- Karaman’ın sadeleştirisi , İslamda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri, Mezahibin Telfiki ve Dinin Bir Noktaya Cem’i S.63
- Yusuf İbni İsmail En-Nebhani, El-Ukûdül-Lü’lüiyye Fi-Medâihi’l-Muhammediyye Sh: 354, 365, 374, 383, 384 Dr Fehd’ibni Abdirrahman İbni Süleymani’r-Rûmî, Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye Medrasetü’l-Akliyyeti-l Hadîse Fi’t-Tefsir: Syf: 1/153, 1/154, 1/156, 1/95, 1/106, 1/126, 1/142, 1/174, 1/175, 1/177 Dr Süleyman El-Beyyûmi, Etteyyaratü’s-Siyasiyye ve’l-İctimâiyye Beyne’l-Müceddidin Ve’l-Mülhıdin: Syf:41,42
- Yusuf İbni İsmail En-Nebhani, El-Ukûdül-Lü’lüiyye Fi-Medâihi’l-Muhammediyye Sh: 354, 365, 374, 383, 384 Dr Fehd’ibni Abdirrahman İbni Süleymani’r-Rûmî, Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye Medrasetü’l-Akliyyeti-l Hadîse Fi’t-Tefsir: Syf: 1/153, 1/154, 1/156, 1/95, 1/106, 1/126, 1/142, 1/174, 1/175, 1/177 Dr Süleyman El-Beyyûmi, Etteyyaratü’s-Siyasiyye ve’l-İctimâiyye Beyne’l-Müceddidin Ve’l-Mülhıdin: Syf:41,42
- Yusuf İbni İsmail En-Nebhani, El-Ukûdül-Lü’lüiyye Fi-Medâihi’l-Muhammediyye Sh: 354, 365, 374, 383, 384 Dr Fehd’ibni Abdirrahman İbni Süleymani’r-Rûmî, Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye Medrasetü’l-Akliyyeti-l Hadîse Fi’t-Tefsir: Syf: 1/153, 1/154, 1/156, 1/95, 1/106, 1/126, 1/142, 1/174, 1/175, 1/177 Dr Süleyman El-Beyyûmi, Etteyyaratü’s-Siyasiyye ve’l-İctimâiyye Beyne’l-Müceddidin Ve’l-Mülhıdin: Syf:41,42
- Bu tesbiti Sn. Karaman Konya Müftülük Salonunda 21.01.1977’de yapmıştır.
- Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş:3/87. Ahmet Gürtaş, Türkiye de Yarın Gazetesi, 09.Şubat.1977
- Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş:3/88. Ahmet Gürtaş, Türkiye de Yarın Gazetesi, 09.Şubat.1977
- Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş:82. Ahmet Gürtaş, Türkiye de Yarın Gazetesi, 09.Şubat.1977
- Durmuş Ali Kayapınar, Mezhepsizlik Terc.: Syf:92,158,170. Kürras Syf:24,25
- Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş, 3/88
- Karaman, Zaruri Bir Cevap:3,4, Feyiz Yayınları-İstanbul. A. Gürtaş, Türkiye’de Yarın Gazetesi 6-10 şubat 1977
- Ahzap Suresi, Ayet:56
- Durmuş Ali Kayapınar, Mezhepsizlik Terc.: Syf:197,203
Prof.Dr. Durmuş Ali KAYAPINAR
KONYA – 2010
Yorum yap