EDİLLE-Î ŞER’İYYE’NİN TEMELİ, DÖRT DELÎL’İN BİRİNCİSİ OLARAK KUR’ÂN-I KERÎM
EDİLLE-Î ŞER’İYYE’NİN TEMELİ, DÖRT DELÎL’İN BİRİNCİSİ OLARAK
KUR’ÂN-I KERÎM
İslâm mutlak selâmet… Muhakkak sa’âdet… Kazanç biçiminde görünen kayıp değil, kayıp gibi görünse de gerçek kazanç… O’nsuz yollar hep uçurum, O’nsuz sonlar hep iflâs… O’nun uğrunda tahkir en büyük şeref… O’nun yüzünden eziyet en büyük zevk… O uğurda malını kaybeden: MÜCÂHİD, elîm azaptan salim, canını kaybeden de hakîkî dîn âlimi: MÜCTEHİD’den sonra gelen en büyük insan… ŞEHÎD… Göz nurunu dökerek O’na zihnini, fikrini, kalbini ve ömrünü veren: ÂLİM, FAKÎH ve ZÂHİD... Âlimlerin mürekkebi ise Rabları katında rızıklanmakta olan şehîdlerin kanından daha ağır gelmekte ve daha büyük değer taşımaktadır. Nasıl büyük olmasın ki, ( العلماء ورثة الأنبياءﹺ): “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”1 Nasıl değerli olmasın ki, O’nun hakkı gösteren ilmi, zulümleri dağıtmakta ve saadet yolunu aydınlatmaktadır. Cenâbu Hakk bunun için âyet-i kerîmesinde, hak ve buna müstehak âlime Zât-ı Ecelli ve Resûl-ü Müctebâsı yanında yer vermiş, Lafzat’ullâh ve Resulünü zikirden hemen sonra istinbât ehli ülül-emr’i getirmiştir. Bununla da kalmayarak, Zât-ı İlâhîsi ve Muhammed Mustafâ (S.A.V)’den sonra, ehl-i hall ve’l-akd müctehid ulemâya ve böylesi ulemânın güdümündeki ümerâ ve vüzerâya itaati farz kılmıştır. Bir de bu son derece önemli farzı gerçek mü’min olabilmek için biricik şart saymıştır şu âyet-i kerîmesiyle: ( ياايهاالذين آمنوا اطيعوا الله واطيعوا الرسول واولي الأمر منكم فان تنازعتم في شيئ فردوه الي الله ورسوله ان كنتم تؤمنون بالله واليوم الآخرذلك خيرواحسن تأويلا): “Ey imân edenler! Allah’a itaat ediniz, Peygambere de itaat ediniz, sizden olan Ulü’l-emr’e de… Sonra birşeyde çekiştiniz mi, onu hemen Allah ve Rasûlü’ne çeviriniz. Eğer Allah ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapınız). Bu, en hayırlısı ve sonuç olarak en güzelidir.”2
Âyet-i Kerîme’nin sebeb-i nüzulü olarak Es-Süddî’den (128/746) şu rivayet nakledilmiştir. Süddî demiştir ki: Rasûlüllâh (S.A.V.) Hâlid b. Velîd’i (28/648) bir seriyyeye göndermiş. Hâlid’in komutasındaki sahabeler arasında Ammâr b. Yâsir de (37/657) varmış. Gönderildikleri kavmin yurduna doğru yola koyulmuşlar. Oraya yaklaşınca bir mola vermişler. Müslümanların burada konakladığını farkeden bir gözcü, kabilesine gelerek durumu haber vermiş. Haberi alan kabile, bir tek kişi hâriç kaçmaya başlamış ve yurtlarını boşaltmışlar. Bu adam ise ailesine mallarını toplamalarını emretmiş. Sonra gece karanlığında yürüyerek Hâlid’in karargâhına varmış ve Ammâr b. Yâsir’i (37/657) sormuş, bulmuş ve ona: “-Ey Ebü’l-yekazân, ben müslüman oldum. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ettim. Kavmim sizin geldiğinizi duyunca hep kaçtılar. Ben ise kaçmadım, evimde kaldım. Benim müslüman olmamın yarın bana faydası dokunacak mı? Eğer dokunacaksa yerimden kıpırdamayayım, yok eğer dokunmayacaksa eşyam hazır hemen ben de kaçacağım.” dedi. Ammâr: “-Hayır kaçma…! Senin müslüman olmanın sana faydası dokunacaktır. Yerinde kal…!” dedi. Adam da kaçmadı, evinde durdu. Sabah olunca Hâlid kabileye saldırıya geçti ve orada bu adamdan başka kimseyi bulamadı. Adamı yakaladı, malını mülkünü elinden aldı. Ammâr olup bitenleri duyunca, Hâlid’in yanına giderek: “-Adamı bırak, zîrâ o müslüman olmuştur ve benim emânım altındadır. Ben ona emân (güvence) verdim de, onun için kaçmadı” dedi. Hâlid: “-Sen onu ne hakla kurtarmaya kalkıyorsun?!” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ammâr ve Hâlid birbirine ağır sözler ve küfürler savurdular. Sonuçta Rasûlüllâh (S.A.V.)’e çıktılar. Rasûlüllâh, Ammâr’m emânını caiz görüp onayladı ve hemen ardından da onu Emîr’e karşı birilerini kurtarmaya kalkışmaktan men etti. Her ikisini de bir bakıma haklı, bir bakıma haksız çıkaran bu iki ağzı keskin karar karşısında kalan Hâlid ve Ammâr, peygamberin huzurunda birbirlerine sövüp saymaya başladılar. Bu arada Hâlid Rasûlüllâh’a dönerek: “-Yâ Rasûlüllâh! Bu kümük adamın bana sövüp saymasına göz mü yumacaksın?!” dedi. Rasûlüllâh (S.A.V.): “-Yâ Hâlid! Ammâr’a sövme ! Hiç şüphem yoktur ki, kim Ammâr’a söverse, Allah da ona söver; ve kim Ammâr’a kızarsa Allah da ona kızar; ve kim Ammâr’a lâ’net okursa, Allah da ona lâ’net eder.” buyurdu. Rasûlüllâh (S.A.V.)’in bu sözleri üzerine Ammâr öfkesine hâkim olamayarak kalktı ve yürüdü. Ardından hemen Hâlid kalktı, Ammâr’ın eteğine sarıldı. Ondan özür diledi, “-Ben ettim sen etme yâ Ammâr! Bağışla!” dedi. Hâlid’in bu durumunu ve yalvarıp yakarışını gören Ammâr’ın öfkesi geçti ve Hâlid’e karşı rızâ ve memnuniyetini izhâr etti. Bu olay üzerine: (ياايهاالذين آمنوا اطيعوا الله واطيعوا الرسول)3 âyet-i kerîmesi nazil oldu. Buradan Hâlid b. Velîd’in Emîr, Âmir durumunda Ammâr’ın ise Hâlid’in emrine uymakla mükellef durumda olduğu görülmekte. Âmir, idareci yanlışı da emretse, emri altındakilerin ona itâ’at etmeye mecbur oldukları; ancak yerine getirilmesi istenen emrin de gerçeklere, yani İslâmî değerlerin ruhuna aykırı olmamasının şart olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca buradaki emîr (idareci) Rasûlüllâh (S.A.V.)’in görevlendirdiği, yani Allah’ın Rasûlü’nün emriyle emîr olmuş bir emîr olması hasebiyle; âyet-i kerîmedeki “Ülü’l-Emr” ta’bîriyle itâ’ati. müslümanlardan olma. Allah ve Rasûlü’nün emrine bağlı kalma kayıtlarıyla mukayyet olan emîr. Allah ve Rasûlü adına ve İslâm’a uygun uygulamalar vapan idarecidir.
Bu âyet-i kerîmede Rablarından mü’minlere yönelik dört tane emir vardır:
1) ( اطيعوا الله) “Allah’a itâ’at ediniz!” emri…
2) ( واطيعوا الرسول): “ve Rasûle itâ’at ediniz!” emri…
- (واولي الأمر منكم) : “ve sizden olan Ulü’l-emr’e…” ve
- (فان تنازعتم في شيئ فردوه الي الله ورسوله) : “Bir şey hakkında anlaşamazsanız, onu Allah ve Rasûlü’ne çeviriniz!”..
1)- Allah’a itâ’at: KİTAB’ındaki emir ve yasaklara uymakla,
2)- Rasûlüne itâ’at: SÜNNET’e uymakla,
3)- Allâh+Resûl itâ’atlerine bağlı olan Ülü’l-Emr’e itâ’at: İCMÂ’a uymakla,
4)- Üzerinde anlaşmazlık bulunan meseleleri Allah ve Rasûlü’ne döndürmek de: KIYÂS’a uymakla olur.
Fahruddîn-i Râzî tefsirinde, çoğu fukahânın bu âyeti kerîmedeki dört emrin hakîkî emir olduğunu ve vücûb ifâde ettiği görüşünde olduklarını, kendisinin de bunlara katıldığını kaydetmektedir.4 Buna göre, Allah’a İtâ’at farzdır. Rasûlüne itâ’at farzdır. Allah ve Rasûlü’ne itâ’at durumundaki Ulü’l-emr’e itâ’at farzdır. Hakkında niza ve münâkaşaya düşülmüş mes’elelerin gerçek müctehidler tarafından neticelendirilmiş hükümlerine itâ’at farzdır.
Hepimizin EDİLLE-İ ŞER’İYYE diye bildiğimiz: KİTAP, SÜNNET, İCMÂ ve KIYÂS’ın delîli, yâni İslâm’ın temelini teşkîl eden “Edille-i Erba’a: Dört Delilin Delîli” işte bu âyeti kerîmedir. Bunun böyle olduğunu büyük fakîh ve müfessirlerin hemen hepsi kaydetmektedirler. Bunlardan Cemel lakabıyla tanınan Süleyman b. Ömer (1204/1789), El Fütûhâtü’l-İlâhiyye’sinde bu konuda şöyle söyler:
“Bu âyet-i Kerime’de dört fıkıh deliline işaret vardır. Cenâb-ı Hakk’ın ( اطيعوا الله) kavli KİTÂB’a ; (واطيعوا الرسول) kavli SÜNNET’e;
“ (واولي الأمر منكم) kavli İCMÂ’ a; ( فان تنازعتم في شيئ فردوه الي الله ورسوله) kavli de KIYÂS’a işarettir.”5
Fahruddîn-i Râzî de, Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs’ın birer delîl olduğunun bu âyeti kerîmeden istinbât edildiğini açıkladıktan sonra şöyle söylemektedir:
“İcmâ, ancak Kitap ve Sünnet’in nass’larından Allah’ın ahkâmını istinbât edebilen âlimlerin sözleriyle gerçekleşir. Bunlar da usûl-ü fıkıh kitaplarında: Ehlü’l-hall ve’l-akd diye isimlendirilen (müctehid) âlimlerdir. İşte bu âyet-i kerîmedeki (واولي الأمر) buna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk Ulü’l-emr’e itâ’ati farz kılmıştır. Zira şeri’atte emretme ve yasaklama yetkisi ulemânın ancak bu sınıfına mahsûstur. Çünkü nass’lardan nasıl hüküm çıkarılacağını bilmeyen kelâmcının ne emrine ne de nehyine i’tibâr edilemeyeceği gibi, Kur’ân ve Hadîs’ten istinbâta (hüküm çıkarmaya) muktedir olmayan müfessir ve muhaddisin fikrine de i’tibâr olunamaz. Sıradan insanların bu sınıfın dışında kaldığı ve Ulü’l-emr sayılamayacağı açıktır.”6
Evet biz mü’minler bu âyet-i kerîmeye göre, Allah’a itâ’ate me’mûruz. Rasûlü’ne itâ’ate mecburuz. Rasûle itâ’at, Allah’a itâ’ate tabî ve onun içinde mündemic… (واطيعوا الرسول )’deki (واو ): “vâv”, bu tâbiliğin, iç içelik ve indimâcın apaçık delilidir. Dolayısıyla bu iki itâ’ati birbirinden ayırmaya dahî gerek yoktur. Her ikisi de Allah’a itâ’atte birleşir bunların. (واولي الأمر منكم )’deki (واو ): vâv’la da icmâ’ ve kıyâs ehline itâ’at, Allah ve Rasûlü’ne itâ’atin de “vâv-ı cem’” ile cem’ olunmuş ve böylece hepsi Allah’a itâ’atte birleşmiştir. Zîrâ Rasûlüllâh kendi kafasına göre asla konuşmadığı gibi, müctehidler de Kitap ve Sünnet dışında hüküm vermezler. Şu kadarı var ki, âyeti kerîmenin (واولي الأمر ) kısmında bir incelik vardır. O da: Allah ve Rasûlü için (اطيعو): “itâ’at ediniz” emrinin tekrarlanmış olmasına rağmen, “Ulü’l-emr” için bu tekrarın yapılmayıp, Ulü’l-emr’in doğrudan doğruya atıf harfi ile Allah ve Rasûl itâ’atine tabî ve bağlı kılınmasıdır. Böylelikle Allah’a ve Rasûlü’ne itâ’at müstakillen ifâde buyurulmuşlar; Ulü’l-emr’in ise; itâ’ati değil de, bizzat kendileri Allah ve Rasûlü’ne itâ’ate bağlanmıştır. Demek oluyor ki, Ulü’l-emr’e itâ’at, onların itâ’atlerinin değil de, bizzat kendilerinin Allah’a ve Rasûlü’ne İtâ’atlerine baglılıklarına bağlıdır. Şayet onlar Cenâb-ı Hakk’a ve Rasûlü’ne itâ’at hâlinde iseler onlara diğer mü’minlerin itâ’ati farzdır. Yoksa onların Allah ve Rasûlü’ne itâ’atten müstekil, yalın halde şahsî itâ’atleri düşünülemez. Eğer Ulü’l-emr, kendi şahsî görüşüne tabî ya da Allah ve Rasûlü dışında birilerinin görüşlerine bağlı kalırsa, o zaman İslâmî mânâda Ulü’1-Emr olamayacakları gibi; mü’minler de (اطيعو ): “itâ’at ediniz” emr-i ilâhîsinin muhatabı olmaktan çıkarlar.
Yalnız bizim, “Allah ve Rasûlü’ne itâ’at edebilmek, ancak onlara nasıl İtâ’at edileceğini bilmekle; bunu bilebilmek de, ancak ehl-i ictihâd ve istinbâttan olmakla mümkündür.” demeden önce, Ulü’l-emr’in kimler olduğunu sağlam olarak tesbît etmemiz gerekmektedir.
Âyet-i kerîmedeki Ulü’l-emr ile kimlerin kastedildiği hususunda değişik nakiller vardır. Bu nakilleri rivayet tefsirlerinin anası sayılan Taberî’den özetle aktaralım:
ÜLÜ’L-EMR
- Rasûlüllâh (S.A.V.)’in Emirleri (ÜMERÂY-I İSLÂM)
- Rasûlüllâh (S.A.V.)’in Komutanları (ÜMERÂY-I SERÂYÂ)
- Rasûlüllâh (S.A.V.)’in Halîfeleri (HULEFÂY-I RÂŞİDÎN)
- Hulefây -ı Râşidîn’den özellikle Hz.Ebûbekir ve Ömer (R.A.)
- Rasûlüllâh (S.A.V.)’in Ashâb-ı Güzîni (R.A.)
- Rasûlüllâh (S.A.V.)’in İmâm-ı Adil’leri
- Kur’ân-ı Kerîm ve ilim ehli
- Sünnet (Hadîs) ehli
- İctihâd ve İstinbât ehli
- Kıyâs ehli
- Fıkıh ve dîn ehli
- İcmâ’ehli7
- Şer’î ahkâm konusunda fetva verme yetkisine sahip olup, insanlara dinlerini öğreten âlimler.8
Başta tefsirlerin anası TABERÎ olmak üzere bütün geçerli tefsirlerin Ulü’1-emr için ileri sürdükleri görüşler bunlardan ibarettir, isterseniz biraz kestirmeden gidelim. Taberî, Fahruddîn-i Râzî ve Kurtubî gibi bazı müfessirler ve fakîhlerin de ifâde ettikleri gibi, bunların tümüne birden İSTİNBÂT ve İCTİHÂD ehli diyelim. Çünkü müfessirlerin babası Taberî’nin Mücâhid’den naklettiği gibi: (فان تنازعتم في شيئ فردوه الي الله ورسوله ) demek, “Eğer bir mesele hakkında âlimler arasında niza çıkarsa, onu Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün Sünnetine döndürün” demektir demiş ve ardından (ولوردوه الي الر سول والي أولي الأمر منكم لعلمه الذين يستنبطونه منهم ): “Halbuki (müslümanlar) emn-ü havfe dâir (mâhiyeti meçhul) durum(lar)ı Peygamber ve içlerinden Ulü’1-emr olanlara çevirip arz etseler, elbette bunların istinbâta kadir olanları onu anlar ve bilirdi.9 âyetini okumuştur.10 Bu âyet-i kerîme de, her müctehidin Ulü’1-emr olduğunu, fakat her Ulü’l-emr’in müctehid ve istinbâtçı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu itibârla hakîkî ulemâ ve müctehid fukahâ, aslında emirlerin emîri, idarecilerin idarecisi, reislerin reîsi ve başkanların başkanıdır. Herhalde onların peygamberlerin vârisleri oluşlarının hikmeti de budur.
Edille-i Şer’iyye’yi bu şekilde arka arkaya sıraladıktan sonra Cenâb’i Hakk mü’minlere hitaben: (ان كنتم تؤمنون بالله واليوم الآخر): “Eğer Allah’a, Rasûlü’ne ve âhiret gününe inanıyorsanız ; (bu dört emri) yerine getiriniz!” buyurarak, arka arkaya sıraladığı dört emri, beşinci bir emirle çok çetin bir şarta bağlamıştır. Bu da Fahruddîn-i Râzî’nin ifadesiyle: “Edille-i Şer’iyye’yi kabul etmeyip bu dört emre uymayan mü’min olamaz. Bu da Edille-i Şer’iyye’yi kabul etmeme günâhı işleyenin islâm dışı kalacağını gösterir. Yalnız bu şart, tehdîd anlamına yorumlanmıştır.11
Yukarda sıraladığımız maddelere tekrar döner ve bu maddelerin ictihâd ve istinbâtın şümulü içerisine girip girmediğini düşünürsek, göreceğiz ki bu maddelerin hiçbiri ictihâd ve istinbâtın kapsamı dışında kalmayacaktır. Bu maddelerde belirtilen zevatın bir kısmı hem ilimde hem de idarede (yasama-yürütme ve yargıda) Peygamber vârisi olmakla verasetü’l-enbiyâ’nın birinci tabakasını teşkîl edeceklerdir. Diğer kısmı da sâdece ilimde (yasamada) Peygamber vârisi olup, fiilen idarede (yürütme ve yargıda) varisliği bizzat değil de, başkalarına (idâri, tatbikî ve infâzî) bilgi verici sıfatıyla, dolaylı yoldan bu mukaddes veraseti yürüteceklerinden, belki ikinci derecede Peygamber vârisleri sıfatını taşıyacaklardır.
Bu bakımdan Hulefây-i Râşidîn birinci tabakayı, dört imâm gibi idarî görev yüklenmemiş müctehid ulemâ ise ikinci tabakayı teşkîl edeceklerdir. Zîrâ Hulefây-ı Râşidîn’den daha Rasûlüllâh hayatta iken ictihâd ve istinbât yapan, hattâ fikir ve kanaatleri vahy-i ilâhîyi tekaddüm edenler vardı. Meselâ Hz.Alî (R.A.) en kısa gebelik süresinin ne kadar ay veya gün olduğunu Ahzâb sûresinin 15.âyeti ve Bakara sûresinin 233.âyetlerinden istinbât etmiştir. “O (insan) ın (anasının karnında) taşınması ile sütten kesilmesi (müddeti) otuz aydır” âyeti ile (والوالدات يرضعن اولادهن حولين كاملين لمن اراد ان يتم الرضاعة ): “Anneler çocuklarını emziğin tamamlanmasını isteyenler için iki tam yıl emzirirler.”12 âyetlerinden istinbât etmiştir. Otuz aydan emzirme müddeti olan iki tam yılı çıkardığımızda geriye altı ay kalmaktadır. İşte bu altı ayın, gebelik süresinin en aşağı sınırı olduğunu Hz.Ali (R.A.) bu âyet-i kerîmelerden istinbât etmiştir. Bunun gibi misaller pek çoktur.
Demek ki İslâm’da emîrlik ve reislik, aslında ilimde emîrlik ve idarede emîrlik diye kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaz. Nasıl Hz.Ebûbekir, Ömer, Osman, Alî (R.A.) de hem ilmî, hem de idarî emîrlik ve reislik vasıfları birlikte bulunmuş ise, gerçek İslâm liderlerinde de bu iki ana vasıf birlikte bulunursa bu, fevkalâde bir şeydir. Hem hangi hüküm ve esâslara göre müslümanları sevk-ü idare edeceğini en iyi bilen kişi, hem de ahkâm-ı ilâhiyyenin fiilen tatbîk yetkisi kendisine verilmiş kişi… İşte gerçek Ulü’1-emr… İşte hakîkî Peygamber vârisi… Sanırım bu seviye, beşer için gerçekleştirilebilecek seviyelerin zirvesidir.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfi’î, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed b. Hanbel hazretleri ise bütün İslâm ulemâ, fukahâ ve ümmetinin icmâ’ı ile; hem de her asırda yenilenen ve tekrar tekrar tasdîklenen ittifakı ile İslâmî ilimde reîstirler, dinde liderdirler. Bu güne kadar benim diyen hiçbir âlimin heveslenme cür’etini gösteremediği bu çok yüce mevki’e bugünün kesîf cahilliğinden cesaret alıp da hiçkimse heveslenmeye kalkmasın. Bu dînin düşmanlarının verdiği “Müslümanlara din kisvesi altında yutturulamayacak dolma yoktur” şeklindeki kesin karara aldanıp da, din adına düzen mi, yoksa düzen adına din mi tanzim ettiği meçhul; son derece korkunç, korkunç olduğundan çok iğrenç bir yola girmesin. Unutmasın ki, bu dînin sahibi herkesten önce Allah’tır. O’nu bu güne kadar nasıl korumuş ise, bugünden sonra da öyle koruyacaktır. Asırlar hep bu yüce imamları kabul etmiş, bu güne kadar kurulmuş yüzlerce İslâm devleti bütün âlimleriyle, fakîhleriyle, müctehidleriyle, muhaddis ve müfessirleriyle hep onların fikirlerini benimsemiş; onların ictihâtlarını tatbîk etmiş, onların hüküm ve fikirlerini taklîd etmişlerdir. On iki asırdan beri bu dört büyük müctehidimiz, bütün müctehidlerin kendilerine teslim olduğu ve usûllerinden asla dışarı çıkmadıkları baş müctehidler olarak kalmışlardır. Bunların esasları dışına çıkmış bir âlim, mezheplerinden ayrı bir tek mezhep gösterilemez ki, sapıklık ve şaşkınlığa sebep olmamış ve İslâm Ümmetini birbirine düşürmemiş olsun! Her ne kadar dört imâm istinbât eyledikleri ahkâmı infaz (yürütme) vazifesi ve fiilî idare görevi almamış olsalar da, hep fikir olarak emirlerin emîri, reislerin reîsi, idarecilerin idarecisi, başkanların başkanı ve önderlerin önderleri olagelmişlerdir. Kitap, Sünnet, İcmâ’, Kıyâs delillerini her türlü yanlış anlamadan, sakat değerlendirmeden ve müslümanları ilâhî irâdenin gösterdiği dışında bir yola ve sapık bir yöne gitmekten, en mükemmel şekliyle korumuşlardır. İşte bundan dolayı onların HASIN KAL’ALARI’na sığınmak demek olan: HANEFÎLİK, ŞAFİİLİK, MÂLİKÎLİK ve HANBELÎLİK dışında İslâm aramak, ilhâdın karanlıklarında bocalamaktan başka bir şey değildir.
“İslâm’ı dört mezhep dışında düşünmek “Mezhepsizlik” değildir” diyen ağızla; “Zamanımızın Ulü’l-emr’i, yâni (ictihâd ve istinbâta ehil ulemâ ve ümerâsı) : büyük âlimler (din kaydı yok), ordu komutanları, baş hâkimler, büyük tüccarlar, büyük çiftçiler, dernek ve şirket başkanları, parti liderleri, yazarlar, gazeteciler, doktor ve avukatlarıdır.”13 diyen ağız aynı kaynaktan sulanmakta, aynı mihraktan hareket etmekte ve aynı gayeyi gütmektedir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın! Bununla gerçekleştirilmek istenen gayeyi mi merak ediyorsunuz?! Herhalde en azından yayın organlarının kendilerini zemmetmesini, siyâsî liderlerin de kendilerine basit mevkiler vermelerini isteyecek değillerdir. Zannediyorlar ki, hemen gazeteciler ve medya onları göklere çıkaracaklar, avukatlar kendilerine toz kondurtmayacak, güçlü çevreler, dîn adına kendilerine verilen bu büyük ta’vîze karşılık onları destekleyecekler ve siyâsî liderler de kendilerini hayâl ettikleri yüksek mevkilere getirecekler!
Evet çıplak ayağa meshi meşru sayan Yezidî ile, kaderi inkâr eden Cebrî, hattâ livâta ve eşcinsellik gibi iğrençlikleri helâl gören Lağmî arasında hiçbir fark yoktur.
İşte dört İmâm’ın usûllerinden dışarı çıkılırsa, cumhûr-u fukahânın yolundan ayrılınırsa, müslümanların asırlardır gittikleri Sırût-ı Müstekîm’e;”Kör Taklîd Yolu, tutuculuk, gericilik, donukluk, bağnazlık…”gibi, ürkütücü adlar takılırsa akıbet buraya varır. Dört mezhep dışında İslâm aranırsa: şirkin içinde îmân, çirkin içinde nûr bulunur. Bu yol ise hiç şüphesiz: mezhepsizlik. kitapsızlık. dinsizlik, ve imansızlık yoludur. Cenâb-ı Hakk: (من يطع الرسول فقد اطاع الله): “Kim Rasûlüllâh’a itâ’at ederse, Allah’a itâ’at etmiş olur”14 buyurmuştur. Atâ b. Ebî Rabâh’tan (114/732) rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Rasûlüllâh (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: (اطاعةالرسول اتباع الكتاب والسنة): “Rasûle itâ’at Kitap ve Sünnet’e uymaktır.15 Yine Ebû Hureyre (R.A.)’den (59/678) rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Rasûlüllâh (S.A.V.): (من اطاعني فقداطاع الله ومن اطاع أمري فقد اطاني ومن عصاني فقدعصي الله ومن عصي أميري فقدعصاني ): “Kim bana itâ’at ederse, Allah’a itâ’at etmiş olur; kim benim emîrime itâ’at ederse, bana itâ’at etmiş olur. Kim bana isyan ederse, Allah’a isyan etmiş; kim benim emîrime isyan ederse, bana isyan etmiş olur” buyurmuşlardır. 16
İbn-ü Ebî Şeybe ve Tirmizî’nin Ümmü’l-Husayn’dan tahrîc ettikleri bir hadîs-i şerifte Ümmü’l-Husayn şöyle demiştir: “Rasûlüllâh (S.A.V.)’den hutbe verirken:- “sizin başınıza kümük burunlu habeşli bir köle (bile), idareci (emir) olsa; Allah’ın Kitabıyla sizi idare ettiği sürece sözünü dinleyiniz ve emirlerine itâ’at ediniz” derken işittim.” Bu mealdeki yüzlerce âyet ve hadîs-i şerîf de Ulü’l-emr’i âyet-i kerîmemizin koyduğu en yüce mevki’e koymaktadır. O’na Allah ve Rasûlü’nün işgal ettiği yerden sonra gelen mevkilerin en büyüğünü ayırmıştır. Evet Allah ve Rasûlü nazarında ülü’1-emr budur. Onlara isyan Allah ve Rasûlü’ne isyandır. Yâni, Allah ve Rasûlü: “Ey Ulü’l-emr’im, size isyan bize isyandır” diyor; ama acaba Allah ve Rasûlü’ne isyan edilmesi durumunda ülü’1-emr ne diyor?! Acaba ülü’l-emr’in Allah ve Rasûlü’ne isyan durumundakilere takındıkları tavır nedir?! Diğer bir ifâde ile, ülü’l-emr’e itâ’at etmeyenler, Allah ve Rasûlü indinde âsîdir ve hükümleri ma’lûmdur; ama Allah ve Rasûlü’ne itâ’at etmeyenler ülü’1-emr nazarında ne durumda ve nasıl bir tutumla karşı karşıyadırlar?! .
Bu sorunun cevâbını da bu âyet-i kerîmenin hemen arkasındaki ve aynı konuyla ilgili âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulü olarak gösterilen hâdisede buluyoruz:
İbn-i Abbâs (R.A.) (68/687)’den rivayet edilmiştir:
“Bişr adında bir münafıkla bir yahûdî arasında bir husûmet (anlaşmazlık) vardır. Aralarındaki bu anlaşmazlığın halli için yahûdî münâfığa:-”Muhammed’e gidelim!’diyordu. Çünkü yahûdî, Muhammed’in hüküm verme karşılığında rüşvet almadığını, yahûdîlerin ise rüşvet mukabili hüküm verdiklerini biliyordu.
Münafık da yahûdîye, Cenâb-ı Hakk’ın aşağıdaki âyet-i kerîmesinde ( Tâğut: taşkın, azgın) diye isimlendirdiği yahûdî kâhini
“Ka’b b. Eşrefe gidelim” diyordu. Yahûdî, Rasûlülâh (S.A.V.)’den başkasına gitmeyi kesinlikle reddetti. Münafık bu durumu görünce mes’eleyi danışmak için Rasûlüllâh’a gitmeyi kabul etmek zorunda kaldı. Mes’eleyi Rasûlüllâh’a anlattılar. Rasûlüllâh (S.A.V.) de yahûdînin lehine hükmetti. Rasûlüllâh’ın huzurundan çıkınca münafık:- “Ben bu hükme râzî değilim, (Birde) Ebûbekr’e gidelim !. dedi.Birlikte Ebûbekr’e gittiler. O da (Rasûlüllâh gibi) yahûdî lehine hükmetti. Münafık yine râzî olmadı ve:- “Birde Ömer’e gidelim.!” dedi. Böylece Hz.Ömer’in huzuruna vardılar ve yahûd:.- “Biz önce Rasûlüllâh’a, sonra Ebûbekr’e gittik, bu zât onların verdiği hükme râzî olmadı.” dedi. Bunu duyan Hz.Ömer, münafığa döndü ve:- “Böyle mi oldu?.” diye sordu. Münafık:- “Evet” cevâbını verdi. Hz.Ömer (R.A.):- “Ben çıkana kadar azıcık durun!” dedi ve içeri girdi. Kılıcını alarak münafık ve yahûdînin yanına (tekrar) çıktı. Kılıcı (Rasûlüllâh’ın ve Hz.Ebûbekr’in verdiği hükme rızâ göstermeyen) münafığa vurdu ve münafık öldü”. Bunun üzerine Hz.Ömer (R.A.): (هكذا اقضي بمن لم يرض بقضاء الله وقضاء رسوله ): “İşte Allah’ın hükmüne ve Rasûlü’nün hükmüne râzî olmayana ben böyle hükmederim.” dedi.17
Bu müthiş infazın karara tekaddümü ya da gıyabî kararın ânî infazı karşısında ürperen yahûdî de hemen kaçtı. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmeler nazil oldu:18 (الم ترالي الذين يزعمون انهم آمنوا بماانزل اليك وماانزل من قبلك يريدون ان يتحاكمواالي الطاغوت وقد أمروا ان يكفروا به ويريد الشيطان ان يضلهم ضلالا بعيدا ): “(Habîbim), kendilerinin sana indirilen (Kur’ân)’a ve senden önce indirilen (semavî kitaplar)’a inandıklarını iddia edenlere bak. İnkâr etmekle emrolundukları halde Tâgûta (başvurarak) muhâkemeleşmek istiyorlar. Şeytan ise onları dönüşü olmayacak derecede uzak bir sapıklıkla dalâlete düşürmek ister.”19
(واذا قيل لهم تعالوا الي ما انزل الله والي الرسول رأيت المنافقين يصدون عنك صدودا): “Münafıklara, Allah’ın inzal ettiği Kitab’a ve (gönderdiği) peygambere geliniz, (mes’elelerinizi O’nun yanında hallediniz) denildiği zaman; onların senden kesinlikle yüz çevirdiklerini (ve sana asla yanaşmadıklarını) görürsün.” 20
Bunun üzerine Rasûlüllâh (S.A.V.) Hz.Ömer (R.A.)’e: “Sen fârûksun: Hakkı bâtıldan kesinlikle ayıran kişisin!” buyurdu. Cebrail (A.S.) de inerek: “Muhakkak ki Ömer, hakk ile bâtılı birbirinden kesinlikle ayırmıştır” dedi. Böylece Hz. Ömer, Fârûk” diye isimlendirildi.
İşte Allah ve Rasûlü’nün hükmüne karşı çıkış! İşte hakîkî Ulü’l-emr’i ve dünyanın benzerini görmediği ülü’l-emr namzedinin Allah ve Rasûlü’nün hükmüne karşı çıkış! karşısındaki tutum ve davranışları… Ve işte infazın hükme esareti…
Nasıl Allah ve Rasûlü’nün hükme bağladığı mes’eleler üzerinde hiçbir kimse tasarruf hakkına sahip değilse, ehl-i istinbât Ulü’l-emr’in hükümleri üzerine de hiçbir kimse hüküm koyamaz. Zîrâ (واولي الأمر منكم ):”Ve sizden olma durumundaki emir sahiplerine, ehil ülü’l-emr’in hükümlerine itâ’at ediniz” emri bunu farz kılmaktadır. Aksine davranış, yâni “o müctehidler öyle hükmetmiş ben de böyle hükmediyorum” deyiş; aslında sâdece müctehid Ulü’l-emr’e değil, hem müctehidlere, hem Rasûlüllâh’a ve hem de Allah’a karşı çıkış ve isyan ediştir. Çünkü hükmü verilmiş mes’eleye bir daha, bir daha hüküm aramak, ya şüphecilikten, veya verilmiş hüküm dışında, verilmiş bir başka peşin hüküm getirmek maksadından ileri gelir ki, bu; derdin, derde rahmet okutması, belânın püsküllü belâdan meded dilenmesinden başka birşey değildir. Zîrâ (لاطاعة لمخلوق في معصية الخالق ): “Yaratıcısına ısyân durumundaki yaratığa itâ’at edilmez .”21
Hiç untulmamalıdır ki, İslâm’daki ilim unvanları, günümüzün unvanlarına benzemez. Onlar bu unvanları kendilerine o sıfatlar verilsin diye binbir gayret, taviz ve entrika ile elde etmiş değildirler. Belki bunlar, gerek muasırları ve gerekse müteakip devirlerdeki onların seviyelerine yetişemeyen ulemânın ister istemez teslime mecbur kaldıkları ilmî rütbelerdir. Oradaki âlim; günümüzün ünvân âşığı, ucuzcu ve neticeyi daha genç ve sağken elde etmek isteyen tipleri değil; oradaki fakîh, zamanı Kur’ân’a değil de; Kur’ân’ı zemîne uydurmaya çalışan fekayh değil; oradaki zâhid, ilâhî ve semavî kaynaktan ipini koparmış, şehevî ve behîmî değerlere yularlı, kendini (راكب): râkib zanneden (مركوب): merkûb değil… Kalemi meydanlarda nazlı, adamı salonlarda cazlı, kendisi ekranlarda trajlı ve mantığı zahiren güçlü, bâtınen marazlı, kirli ellerin gizli senfonilerine ayak uydurarak raks etmekte olan, cümlenin ma’lûmu ve isbâtın meçhulü değil ki; “Sâdece Kur’ân’ın türkçesini okumakla herkes herşeyi anlar, kadınlarla erkekler karışık namaz kılar ve kırâetlerinde türkçe zamm-ı sûre koşarlar” diyebilsin…
Zîrâ Rasûlüllâh (S.A.V.) buyurmuştur ki: (علي المرء الطاعة فيما احب وكره الا ان يأمر بمعصية فمن أمر بمعصية فلا طاعة ): “Hoşuna giden ve gitmeyen her konuda Müslüman’ın (emîrine) itâ’at etmesi boynuna borçtur. Yalnız kendisine (Allah ve Rasûlü’ne) isyan etmesi emredilirse, işte o zaman itâ’at yoktur. Yalnız kendisine (Allah ve Rasûlü’ne) isyan etmesi emredilirse, işte o zaman itâ’at yoktur.”22
Görülüyor ki, Kur’ân Şer’î delillerin başında gelmektedir. Herkesin O’nun üzerinde rastgele konuşmaya hakkı yoktur. Kâfir konuşur, dinsiz konuşur, ateist konuşur, ajan konuşur, düşman konuşur. Bunlara ancak güçlü iseniz manî olabilirsiniz. Ama müslüman, ben müslümanım diyen değil, gerçek müslüman konuşamaz. Çünkü bilir ki O’nun bir dili vardır, yolu vardır, kendine özgü üslûbu vardır. Peygamberi tarafından harfiyyen yerine getirilmiş bir tebyîn: açıklama (hadîs) sahası vardır. Sahabe ve Tâbi’î’ler tarafından yaşanmış bir uygulama alanı vardır. Bütün bunlar yeterince öğrenilip içtenlikle hazm edilmeden Kur’ân ve tefsîri üzerinde hakîkî müslüman asla konuşamaz. Çünkü kara câhil bile olsa îmânının verdiği basiretle bilir ki, karşı karşıya olduğu şey, kul kelâmı değil, Rabbı’nın Kelâmı’dır. Sıradan İnsanların sözlerini bile doğru anlamak belli bir seviye ve dikkat ister. Edîb ve şâirlerin ifâdelerini okuyup anlamak dahî, belli seviyede edebiyat, lügat edebî sanat, vezin, usûl, edebiyat târihi gibi ön bilimlere muhtaçtır. Buna rağmen hiçkimse hiç bir zaman bir Fuzûli, bir Nedîm olamamıştır. Çünkü bütün bu bilgilerin yanında insanın doğuştan getirmiş olduğu üstün bir edebî yetenek, eşsiz Lir şâir ruhu lâzımdır ki, bir Fuzûlî ortaya çıkabilsin. Onca asır içerisinde ikinci bir Fuzûlî gösterilebilir mi?! Kur’ân-ı Kerîm’in Tefsirine gelince, o herhalde bir edebiyat kadar kolay ve gelip geçen rüzgâr demek olan duygular kadar değişken ve edebî haz ve hevesler kadar önemsiz olmasa gerektir. Müfessirin bilmesi zorunlu olan ilimleri fazlasıyla ve uzmanlık derecesinin üstünde öğrenmiş olmanın üstünde, edebiyat ve şiirde zorunlu olan yeteneğin ötesinde bir de doğuştan temiz, soydan edîb, hiç haram yememiş, midesine onun bunun hakkı girmemiş olmasının yanında; herkesten üstün ibâdet-ü tâat, herkesten içten zühd-ü takva ile elde edilebilen Allah vergisi Vehbî İlim’le de donatılmış olmak lâzımdır. Özellikle ahkâmla ilgili âyetler, Ülü’l-emr’in sahasına girmektedir. Onlar üzerinde asla ulu orta konuşulamaz. Ve onlar, asla medya malzemesi yapılamaz. Buna rağmen yapmaya kalkışanlar da, ancak kendilerinin kişisel gerçeklerinin delillerini târihe tescilden başka hiçbir şey yapmış olamazlar.
DİPNOTLAR:
- Buhâri, İlim: 10; Ebû Dâvûd, İlim: 1. Ibnû Mâceh. Mukaddime: 17. Dârimi, Mukaddime: 32. Ahmed b. Hanbel. 5,196.
- Nisâ sûresi, âyet: 59.
- Et-Taberi, Ebû Ca’fer Ibnü Cerir, Tefsiru’t-Taberi, Câmi’ul-Beyân An Te’vil’il-Kuran: 8 / 498 – Bu hadîsi Ibnü Kesir tefsirinde: 2 / 497 tahrîc etmiş ve ‘Bu haberi ibnû Ebi Hatim Es-Sûddî’den mûrsel bir senetle rivayet etmiştir” demiş, ayrıca İbnû Merdûye de İbnû Abbâs’a dayanan bir senetle aynı hadisi benzer ifâdelerle rivayet etmiştir. Bkz: Taberi: 8/499; Es-Süyûti,Celâlüddin Ed-Dûrru’l-Mensûr Fi’t-Tefsiri Bi’l-Me’sûr. 2/126. Fahruddin-i Râzi: Et-Tefsiru’1-Kebir. 10/144.
- Fahdruddîn-i Râzî, Et-Tefsîru’l-Kebîr. 10/142-153.
- EI – Cemel. Süleyman b. Ömer. El-Fûtûhâtü’l-İlâhiyye: 1/394.
- Fahruddhin-i Râzi. Et-Tefsiru’I-Keblr. 10/160.
- Taberî. Tefsiru’t-Taberi: 8/495 – 505.
- Fahruddîn-i Râzî, age: 10/144.
- Nisa sûresi, âyet: 83.
- age: 8/506-507.
- Fahruddîn-i Râzî. age: 10/152.
- Bakara sûresi, âyet: 233.
- ‘Abduh, Reşid Rızâ. Tefsiru’l – Menâr- 5/199.
- Nisâ sûresi, âyet: 8.
- Es-Süyûtî, Ed-Dürrul-Mensûr Fi’t-Tefsiri Bi’l-Me’sûr: 2/176.
- Es-Süyûtî, Ed-Dürru’l-Mensûr Fi’t-Tefsiri bi’l-Me’sûr: 2/176. Taberi. Tefsiru’t-Taberi: 8/495. Sahîhayn ve Ahmed İbni Hanbel Ebû Hüreyre’den mükerreren rivayet etmişlerdir, İbnü Kesir de- “Bu hadîs’in sıhhatinde ittifak vardır” demiştir.
- Kurtubî, El-Câmi’ Li-Ahkami’l-Kur’an: 2/264.
- Kurtubî, age: 5/264-265. Bu hâdise, başta Kurtubî olmak üzere, Taberî ve Fahruddîn-i Râzi’nin nakilleriyle, birinin kaydedip, diğerinin kaydetmediği taraflar birleştirilerek nakledilmiştir.
- Nisâ sûresi, âyet: 60.
- Nisâ sûresi, âyet: 61.
- Bu hadîsi şerif çeşitli metin farklılıklarıyla: Müslim, İmâre: 39. Ebû Dâvûd, Cihâd: 87. Neşei. Bi’at: 34. İbnû Mâceh. Cihâd: 40. Ahmed ibni Hanbel: 1/400, 9/40, 5/32,429.
- Taberi, Tefsîru’t-Taberi: 8/503. Taberî, bu hadîsi Buhâri ve Müslim’in Sahîh’lerinde ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde çeşitli tarîklerden çeşitli senetlerle rivayet ettiklerini de kaydetmiştir.
Yorum yap